ԺԱՄԱՆԱԿ-ԷՆ ՏՈՒԵԱԼՆԵՐ
«Վարլըք» գրական-գեղարուեստական ամսագրին մէջ լոյս տեսած է շատ հետաքրքրական թարգմանութիւն մը, որ լոյս կը սփռէ թրքական շարժանկարի աշխարհի պատմութեան վրայ։ Յայտնի պարբերականի այս ամսուան թիւին մէջ տեղ գտած է 1950-ական թուականներուն ԺԱՄԱՆԱԿ օրաթերթի մէջ լոյս տեսած, Վահրամ Պալըքճեանի կողմէ ստորագրուած յօդուածներու թարգմանութիւնը։ Մեր համայնքի երիտասարդ սերունդի մտաւորականներէն Պուրակ Սիւմէի կողմէ պատրաստուած է այս նիւթը, կատարուած թարգմանութիւններով հանդերձ։ Վահրամ Պալըքճեան եղած է իր շրջանի յայտնի արուեստագէտներէն մին։ Սոյն նիւթի հրատարակուած ժամանակաշրջանին ան ներկայացուած է՝ որպէս «Պենլեան» օփերեթի վերջին թենորը։ Թրքական շարժանկարի պատմութեան վերաբերեալ հրատարակուած զանազան գիրքերուն մէջ կատարուած սխալները հաշուի առնելով՝ ան ԺԱՄԱՆԱԿ-ի մէջ ստորագրած է շարք մը յօդուածներ, որոնց նպատակը եղած է ուղղել այդ բոլորը։
Հարկ է նշել, որ Պուրակ Սիւմէ այս նիւթը պատրաստելու համար կարեւոր ուսումնասիրական աշխատանք մը տարած է ԺԱՄԱՆԱԿ-ի հին համարները աչքէ անցընելով։
VAHRAM BALIKÇIYAN’IN “JAMANAK” GAZETESİNDEN İLK KEZ TÜRKÇEYE ÇEVRİLEN MAKALELERİ
1947 yılında ünlü yazar Rakım Çalapala tarafından hazırlanan Türkiye’de Filmcilik -Filmlerimiz, Yerli Film Yapanlar Cemiyeti çalışması, Türk sinemasına ait en etraflıca çizilen kronolojilerin başında gelir. Bu literatüre göre ilk çekilen Türk filmi Fuat Uzkınay’ın Ayestefanosda’ki Rus Abidesi’nin Yıkılışı (14 Kasım 1914), konulu Türk filmi ise yine aynı dönemin ürünü olan Himmet Ağa’nın İzdivacı’dır. Tüm bu iddialara karşı, o dönemin tanığı olan Vahram Balıkçıyan (Benliyan Opereti’nin son tenörü), 1950’li yıllarda Türk sinemasının ilklerine değinerek bir dizi makale hazırlar. Fakat bu çalışmalarını bir azınlık gazetesi olan Jamanak’ta yayımlatmasından ötürü sesini duyuramaz. Tarih 1953 yılını gösterdiğinde köşe yazarı Nurullah Tilgen tarafından yeni bir kronoloji daha hazırlanır. Yıldız Dergisi’nde Dünden Bugüne Türk Filmciliği -1914-1953 başlığıyla peşi sıra yayımlanan bu çalışmalar bir öncekinden farksızdır. Ayrıca bu iki kronolojiyi kendisine referans edinen Nijat Özön de, 1962 yılında çıkan Türk Sineması Tarihi kitabında Vahram Balıkçıyan’ın eleştirilerine yer vermez. 1961 yılında Nurullah Tilgen, imtiyaz sahibi olduğu San’at Dünyası dergisinde tekrar tiyatro ve sinemanın ilklerine Vahram Balıkçıyan’la bir röportaj yapar.
-Sayın Balıkçıyan size bu arada bir sual daha sormak istiyorum.
-O zamanki sahne hayatımı soruyordunuz.
-Benim soracağım o zamanki sahne ve film hayatınız hakkında idi. (Tilgen, 1961: S.132)
-Türk filmciliği de yani Türkiye’de ilk film çevirmek de yine Benliyan heyetinin faaliyeti yıllarına rastlar. Ben Türkiye’de ilk çevrilen mevzulu filmin Himmet Ağa’nın İzdivacı olduğunu söylemeleri üzerine bu büyük hatayı tashih için Jamanak’ta bir seri makale yazdım ve bu yanlışlığı bir nebze de olsa gidermeye çalıştım.
-Ne yazık ki bu makaleleriniz elime geçmedi. Peki, Himmet Ağa’nın İzdivacı ne zaman çevrildi?
-Ha, şu ilk mevzulu Türk filmi olduğu iddia edilen film... İngilizlerin çevirdiğinden iki yıl sonra. Bu da yine Benliyan Heyeti’nin repertuarından bir piyesti. Karayan burada başrolü, Benliyan da Komik rolünü oynadı.
-Himmet Ağa’nın İzdivacı nerede çekildi?
-Weinberg adlı bir fotoğrafçının atölyesinin arkasındaki boşlukta ve bahçesinde. Bende bu film çevrilirken oradaydım. Uzun boylu bir kameraman vardı. Rejisörü yine Reşat Rıdvan Bey’di. Weinberg kendi hesabına çevirttiği bu filmin kameramanın kendine has bir film çekme tarzı vardı. Film çekilirken iki makine kullanır. Bu makinelerden birinde ham film vardır, diğeri de boştur. Ama bunu yalnız kendisi bilir. Artistler oynamaya başlar ve her iki makine de faaliyete geçerdi. Kameraman münasip gördüğü sahneleri dolu makine ile artistlere belli etmeden çekerdi. (Tilgen,1961:S.133)
Nurullah Tilgen’in kimi belirsizlikleri ön plana çıkartarak, çelişkileri görünür hale getirmeye çalıştığı bu röportajı derginin 132. ve 133. sayılarında Türkiye’de İlk Film 1912 Yılında Çevrilmiştir manşetiyle çıkar. Bu röportajdan kısa bir süre sonra 16 Aralık 1962’de hayatını kaybeden (Tilgen, 1962: S142) Balıkçıyan’ın, Tilgen’le olan tahlillerinde mevcut filmlerin isimlerini vermekten kaçınıp, sadece “İngilizlerin çektikleri” diye bahsetmesi ve filmlerin oyuncusu olan Rozali Benliyan’ın adını ve kimliğini saklayıp, sadece onu “primadonna” sıfatıyla tanıtması, merak uyandırıcıdır.
Yıllar sonra Jamanak gazetesindeki bu sır dolu makaleleri günışığına çıkartabilmek adına, gazetenin 1910 ve 1962 yılları arasındaki tüm ciltlerini inceledim. 1951 yılı sayılarında var olan dört ayrı makalesine ulaştım. Anlatımında Türkiye’de Börekçi Kızı ve Besa adını taşıyan ilk filmler 1912 yılında çekilmiş, başrollerinde Türk sinemasının ilk gayrimüslim primadonnalarından olan Rozali Benliyan oynamıştır. Türk sinemasının otoritesi sayılacak kaynaklarında bile adına rastlanmamış bu filmler, günümüzde yeni bir araştırmanın daha kapısını aralar.
Son olarak bu filmlerin kadrosunda yer alan saklı kalmış bir isimden daha bahsetmek isterim. Jamanak gazetesinin 1953 yılı ciltlerine baktığımda Balıkçıyan’ın “Bedros Baltazar İçin…” başlığıyla yayımlanmış bir makalesine daha rastladım. Benliyan Heyeti’nin önemli bir ferdi olan Baltazar’ı kişisel bir kimlik üzerinden değerlendirse de, satır aralarında Türk sinema tarihine önemli bir atıfta daha bulunur. “Birinci Dünyası Savaşı öncesi çekilmiş olan Börekçi Kızı, Besa ve Himmet Ağa’nın İzdivacı gibi sessiz filmlerde de önemli roller üstlenmiştir.” (Balıkçıyan, 1953). Bu bilgiyi de Türk sinemasının değişmeye meyilli olan tarihsel devinimine bir detay olay olarak not düşebiliriz. Ayrıca bu çalışmaları okurken gün be gün yitirmekte olduğumuz özlü bir tiyatro geleneğinin de izlerini süreriz.
Rozali Benliyan hakkında dört Makale: Vahram Balıkçıyan
Makale 1/ 29 Mart 1951
ÜNLÜ PRIMADONNA ROZALİ BENLİYAN’ıN HAYATıNDAN ÖNEMLİ KESİTLER
Türkiye’nin ilk filmini çektiği sırada az daha Eyüp’te linç ediliyordu. - Peki, kendisine gönderilen zümrüt yüzüğü neden kabul etmedi? - Birçok platonik aşkı vardı, bunların başında Prens Saadetin gelirdi. - Hiçbir rol arkadaşının kendisini öpmesine izin vermezdi. Lakin?
Son günlerde Bulgaristan’dan adıma gönderilen bir mektup, ünlü primadonna Rozali Benliyan’ın ölümünün ağırlığını taşıyordu üzerinde, o ölmüştü Varna’da. “Rozali Benliyan” isminin gölgesinde büyük bir tiyatro tarihinin sırları da gizlidir.
“Türk” olsun, “Ermeni” olsun veya “Yunan” … Geçmiş nesillerdeki diasporadan bile Rozali’yi kimler tanımamıştır ki, özellikle İstanbul’daki azınlık tiyatro seyircileri. Onun ulaşılmaz şöhretinden, duygu yüklü sesinden körü körüne etkilenmişlerdir. Türkiye’de ise 1885 yılından beri itibar görmüş ve çok uzun soluklu dönemlerde operetlik yapmıştır.
Anayasanın ilanından sonra yeniden doğuşunun en büyük etkisi Arşak Benliyan’la yaptığı o unutulmaz ve eşi benzeri olmayan “primadonna” sahnelemeleridir. Artık Arşak Benliyan’ın kurduğu heyetin hem kurucu üyesi hem de önemli bir sanatçısıdır.
Rozali Benliyan, Türk tiyatrosu için gerçekten de çığır açan bir figürdü. Kendi terennümlerinin ışığında şekillendirdiği sahnesiyle, icra ettiği sanatıyla, özel hayatı ve erdemli duruşuyla. Onun ölümüne vefa göstermek adına, tüm çalışmalarını bugünün genç nesline tanıtıp, onu ölümsüz kılmak istiyorum. Fakat onu çekemeyip, kıskananlar için üzgünüm. Muhtemelen okurken daha da rahatsız olacaklar onun bu sarsıntılı yaşantısından.
Rozali Benliyan, Türk sahnesinin toplumsallaşmış, topluma mâl olmuş sanatçısı; Rum bir annenin, Bulgar bir babanın çocuğu olarak Bulgaristan’da dünyaya gelmiştir. Ablası Parasko, bizim eski oyuncularımızdan Hayk Aram’la bir izdivaç gerçekleştirmişti. O da çok başarılı bir heykeltıraş ve ressamdı. Bir kardeşi daha vardır. Babası ise alkol müptelası olan bir cambazdı. Bir meydan gösterisi sırasında, tehlikeli bir akrobasi sergilerken, düşüp ölmüştü. Rozali de ablasıyla birlikte babasının bu akrobasi oyunlarına eşlik edip, yardımcı olurdu. Daha 17-18 yaşlarındayken o güzel sesiyle ilk günden dikkatleri üzerine çekti. Kendi sahnesinden önce oynanan piyeslerde de değişik notalardaki eserleri icra ederdi. Babasını kaybettikten sonra Bulgaristan’da Arşak Benliyan’ın heyetinde çalışmaya başladı. Benliyan da onun bu güçlü sesinden faydalanarak, Bulgaristan’da birçok operetler sahneye koydu. Leblebici Horhor Ağa, Arif’in Hilesi, Pembe Kız, Değirmenci Kız, Karnaval Kokozları...
O dönem anayasanın ilan edilmesiyle, Arşak Benliyan’la birlikte ikinci kez İstanbul’a geldiler. Burada Belediye Reisi Rıdvan Paşa ve onun oğlunun gözetiminde birçok operet heyeti kurdular. İlk kez Odeon Tiyatrosu’nda (ünlü Şark Sineması), 1909-1910’un açılış sezonunda palavrasız her akşam Leblebici Horhor Ağa oyununu oynadılar.
Rozali, Benliyan Heyeti’nden aldığı destekle günden güne tiyatro severlerin ilgi odağı oldu. Çeşitli operetlerde oynayarak kendisini geliştirdi. Çuhacıyan’ın Leblebici Horhor Ağa eserinin dışında Türk operetlerinde; Kese Kağıt, Arif’in Hilesi, Musahipzade Celal Bey’in yazdığı İstanbul Efendisi ve Lale Devri, Himmet Ağa’nın İzdivacı, Memiş Çelebi, Ali Baba, İki Fidan Bir Yılan, Aşçıbaşı Tosun Ağa, Nasreddin Hoca, Pembe Kız, Ah Şu Karım (Çarşılı Artin Ağa’nın adaptasyonu) - Arşin Malan. Yabancı operetlerde ise; Matmazel Nituşi, Clairette’in 28 günlük askerliği, Değirmenci Kız, Karnaval Kokozları, Çağdaş Fürsten, Oynak Viktorin…
Benzersiz bir biçimde sayısız kez sahnelenen bu operetlerde rolleriyle bir kompozisyon oluştururdu. Kendine has üslubuyla “hanımefendi” rollerinde, sahneye adım attığı andan itibaren gerçekten de bir hanımefendiydi. Özel hayatında da çevresindekilere bir hanımefendi intibası bırakırdı. Seyircileri ve dinleyicileri onu ne kadar sevdiyseler, bir o kadar da ondan çekindiler. Aslında Rozali eğitimli bir sanatkâr değildi ama role girme kabiliyeti çok yüksekti. Sahnede bir artısı daha vardı, Türk oyunlarını sergilerken çeşitli tiplere girerek oyunları zenginleştirmesiydi. Aynı değişik teatral motifleri basit bir “hanım” üzerinden pekiştirip, aynı oturaklı edaları doğaçlayarak, onu asil bir hanımefendi primadonna rolüyle özdeşleştirebilirdi.
Bununla birlikte o çok güçlü ve kalbe dokunan sesiyle izleyicisine oyunun başından sonuna kadar tesir ederdi. Fakat bu entelektüel sanatkârın müzikal ünü, o nota bilincindeki bilgeliğinde saklıydı. Şarkıları da bir enstrüman eşliğinde çalışıp, icra ederdi. Müzik kulağının etkisiyle yanlış bir notaya ses verdiği duyulmamıştır.
Rozali’nin sahnedeki işlevselliği Türk sineması tarihinin başlangıcıyla da yakından ilgilenir. Benliyan Heyeti, 1912 yılında Rozali’nin de iştirakiyle Türkiye’de hazırlanan ilk Türk filmlerini çevirmiştir. Bu filmler Börekçi Kızı ve Besa dır. Bunlar İngiliz ortaklığıyla çekilmiş, Avrupa’ya götürülüp sadece orada gösterilmiştir. Bunun dışında Rozali yine Türkiye’de çekilen ve aynı zamanda Türkiye’de ilk kez gösterime giren ilk filmin de kadın oyuncusudur. Benliyan Heyeti’nin her akşam sahnelediği oyun listesinden aynı adla alınan bu piyesin film Himmet Ağa’nın İzdivacı’dır. 1914 yılında fotoğrafçı Weinberg tarafından çekilmiş, ama bazı sebeplerden ötürü de küçük bir kısmı 1918 yılında tamamlanmış ve aynı sene İstanbul’un büyük küçük sahnelerinde gösterilmiştir.
Bu filmlerden biri olan Besa’nın dış görüntü manzaraları ise, Yedikule zindanlarının üzerinde ve kalesinin iç kısmında çekilmiştir. Aynı zamanda bu mekân çok eskiden yabancı elçiliklerin ve resmi makam sahiplerinin cezalandırıldığı bir hapishaneydi.
Makale 2 / 30 Mart 1951
Sinemanın o eski dönemlerinde film çekerken birçok tehlikeyi de beraberinde atlatmıştır. Özellikle Börekçi Kızı filminin çekimleri sırasında, rolü gereği sevgilisiyle Eyüp Sultan mezarlığının yakınlarında buluşurlar. O kadar inandırıcı ve bir o kadar da dikkat çekicidirler ki, onları hayretle izleyen semt sakinleri, onu gerçekten ötekileşmiş bir kadın zannedip, orada linç etmeye teşebbüs etmişlerdir. Film çekimleri için görevlendirilen inzibatlar, her ne kadar galeyana gelen halkı ikna etmeye çalışıp, aslında bunun bir film çekimi olduğunu anlatmaya çalışmışlarsa da, ortalığı sakinleştirmek mümkün değildir. Kimilerinin kışkırtıcı sözleriyle artan kalabalık, büyük bir izdihama dönüşmüş, dakika dakika yükselen gerilim sonrası Rozali’yi orada etkisiz hale getirmeye yeltenmişlerdir. Bu durum karşısında ne yapacaklarını bilemeyen film ekibi, inzibatların ve çevredeki iyi niyetli insanların yardımıyla onu küçük bir sandalla gözyaşları içerisinde Boğaz'ın karşı yakasına geçirmişler ve ani bir cinayetin eşiğinden son anda kurtarmışlardır.
Sahne sanatları için Rozali’nin emekleri elbette ki tartışılmazdı. Benliyan Heyeti’nin en önemli ferdi; sahne öncesi rol arkadaşlarının hazırlanış biçimlerini, kostümlerini ve rolle olan ilişkilerini teftiş ederdi. Herkesi çekinmeden tenkit edip, ek gözlemler yapmaktan kaçınmazdı.
Özellikle altını çizmek isterim ki, Rozali çok çekici ve cazibeli bir kadındı. Birçok erkeğin kalbini çalıp, onları baştan çıkartacak güzellikteydi. Hangi zümrenin mensubu olursa olsun, erkek izleyicilerinin büyük bir çoğunluğu ona platonik duygularla meyil ederlerdi. Ama Rozali ise onların bu hissi yakınlıklarına aldırış etmeyip, kesin bir tavırla mukavemet gösterip, çekimser davranırdı. Mübalağasız değil elini toka etmek, onunla muhabbet etmeye bile cesaret edemezlerdi.
Özellikle Saraylı Prenslerden Saadettin Efendi… Olgun kişiliğiyle tıpkı bir prensin tavırlarına sahipti. Rozali’ye kendisiyle evlenmesi için 10 bin altın vaat etse de, amacında vasıl olamadı. Diğer bir hayranı olan Faik Bey ise, değil muhtemel bir ilişki talep etmek, onunla hasbihal etme imkânı bile yakalayamamıştı. Benliyan Heyeti için ziyafet sofraları kurdurup, oyunculardan bilgi toplardı.
1911 yılının yaz sezonunda Benliyan Heyeti, İngiliz Enprezariosu’nun angajmanıyla, 40 günlüğüne Londra’ya davet edilir. Orada Leblebici Horhor Ağa oyununu kolajlayıp, sahnelemek için…
Bu havadis Faik Bey için tahayyül bile edilemezdi. Onun için Rozali’yi iki ay görememek çok büyük bir hicrandı. Turneye gölge düşürebilmek adına Karakaş’ı (Heyet’in Tenörü) ikna etmeye çalıştı. Eğer Karakaş Londra’ya gitmekten vazgeçerse, kolektif bir biçimde Heyet de gidemeyecekti. Bir adada mahsustan eğlence tertip edip, Karakaş’a turnede ne kadar kazanacağını sordu. O da “30 bin lira,” dedi.
Faik Bey, “Gitme bu parayı ben sana vereceğim,” diyerek, ücretini masanın üzerine bıraktı. Karakaş ise hileyle elde ettiği bu parayı hemen cebine koydu. Bununla yetinmeyen Faik Bey, orada bulunan tüm oyuncuları özellikle Maestro Jorj Uanad’ı şahit tutarak, bin bir yeminle ikna ettiğini zannetti. Fakat orada bulunan herkes, Londra turnesine Karakaş’ın değil de Vahram Sıvacıyan’ın katılacağını biliyordu. Böylelikle Heyet, Faik Bey’i müteessir ederek Londra’ya gitmiş oldu.
Rozali’yi düşleyip, arzulayanlar arasında Burhaneddin isimli soylu ve zengin bir subay daha vardı ki, onun da tek gayesi, Rozali’nin iltifatlarına mazhar olabilmekti. Avrupa’da bir temsil gününde Rozali’ye bir çiçek sepeti içerisinde saklı olan değerli bir yüzük ve aynı stilden tasarlanmış iki küpe gönderdi. Teşekkür ederek sepeti kabul eden Rozali, ertesi günü piyasa değeri 30- 35 bin olan ziynetleri sahibine iade etti.
“Burası Avrupa, Avrupa’da sanatçıların bu denli değerli taşları kabul etmesi doğal… Peki, sen niçin kabul etmiyorsun?” diye kendisine soranlara, “Evet, böyle bir alışkanlığım olduğu doğru... Bildiğim kadarıyla Bulgaristan’da da böyle bir gelenek var. Ama eğer ödün verip kabul edersem, hem devamı gelecek, hem de yanlış bir intiba bırakmış olacağım…” dedi.
Rozali’yi ihtirasla sevmiş olan Musevi bir tüccardan daha bahsetmek isterim ki, o da sabah akşam mütemadiyen Beyoğlu İstiklal Caddesi’nden Rozali’nin kaldığı otelin (Hacı Bekir’in dükkânının üstünde, o zamanlar Tanaş’ın oteliydi) karşı kaldırımından geçip, onu camdan da olsa yüzeysel olarak görmeye niyet ederdi. Tevekkeli onun bu istikrarlı tutumu uzun yıllar sürdü. Her akşam tiyatro salonunun ikinci sırasının orta koltuğunda yerini alıp, heyecanla Rozali’nin sahneye çıkmasını beklerdi.
Makale 3 / 31 Mart 1951
Hülasa, bu saydığım kişiler onu resmi nikâhlı zevceleri olarak kabul etmeye hazırdılar. Fakat Rozali onlara karşı sınırlar çizip, duvarlar ördü. Oysaki maddi kaygılarını her daim ön planda tutardı. Muhtemelen onun için taçlanacak olan bir izdivaç gerçeği sadece mesleği ve sahnesiyle ilişkilendirilebilirdi. Çünkü o tiyatrodan evine, evinden tiyatroya giderdi. Hiçbir zaman mesleğine ihanet etmedi. En büyük eğilimi rolleri hakkında yeni edinimler kazanmaktı.
İlginç bir biçimde o muntazam bir yaşam sürmek için çok meşakkatli süreçlerden geçti. Hayatı boyunca ne bir sigara içmişliği ne de bir bardak alkol almışlığı vardır. Sahne öncesi mutlaka bir bardak süt içmek âdetiydi ve sahneye alkol alarak çıkan arkadaşlarını asla tasvip etmezdi.
Genellikle rolü ve sahnesi için fazlasıyla mükemmeliyetçi davranan Rozali’nin sahnede kriterleri vardı. Hiçbir rol arkadaşı onu rolün gerektirdiği gibi dudaklarından öpemezdi. Tam öpüşme anında bir adım geri çekilip, izleyiciye öpüşme mizanseni sergilerdi. Zaten tüm heyet onun bu hassasiyetini bilip, temkinli davranırdı.
Rozali’nin bu alışkanlığı hatırı sayılır bir olay neticesiyle değişti, çok isterim bu anektotu sizlerle paylaşmayı…
1917 yılında askerlik görevimi 10 ay Af-yonkarahisar’da yaptıktan sonra, tiyatrocu olmamdan ötürü görev için İstanbul’da bir hastaneye tayin edilmiştim.
Tam bu tarihte Kadıköy Apolon Tiyatrosu’nda (şimdiki Hale sineması), Tıbbiye okulu öğrenci birliği için Leblebici Horhor Ağa oynanacaktı. Bu temsil öğleden sonra kadın, akşamda erkek izleyici için matine suare yapacaktı. O dönemde “harem” geleneği çok sıkıydı. Oyunları seyretme ilişkisi bakımından ayrıksı bir yaklaşım vardı.
Günler öncesinden biletler satılmıştı. Fakat grubun en genç tenoru olan rahmetli Kevrok Karayan askerdeydi. Diğer bir tenorumuz olan Karakaş ise, askerliğini İstanbul’da yapıyor olmasına rağmen izin alamamış ve gelememişti. Oyununda iptali mümkün olmadığından Arşak Benliyan, Rozali’yle istişare edip, bir tercihte bulunmasını istedi.
Heyetten bazılarının itirazlarına rağmen Rozali beni seçmişti. Fakat benimde tereddütlerim vardı. Çünkü o sahnedeyken rol arkadaşlarının performanslarına gizliden gizliye müdahale edip, zor duruma düşürürdü. Onun bu tavrı, dayanılmazdı. Rozali’ye “Tamam! tenör rolünü kabul ediyorum. Fakat tek bir şartla, sahnede bir hata yaparsam, ne oyunda ne de oyun sonrası bana kinayede bulunmayacağına söz verirsen,” dedim. O da bana,
-“O uyarıları benimle her akşam sahneye çıkan meslektaşlarımın hatalarını görüp, tekrar rolleri üzerinde çalışmaları için yapıyorum. Ama sen bu rolü daha ilk kez oynayacaksın,” yorumunda bulundu.
O gün sahnede Rozali’ye nasıl tesir etmişsem, tam Fatime’yi öpme sahnemizde kendi-sini kollarıma bıraktı. Ve
-“Öp beni, bu sana mükâfatımdır” dedi.
O günden sonra Leblebici Horhor Ağa ve diğer operetlerde ki öpüşme yasağı kendiliğinden hoş görüldü.
Balkan Savaşına müteakiben, rakip tiyatro kumpanyaları Rozali’nin sahneye çıkmasına engel olmak için onu Türkiye’ye karşı ihtilaf eden Bulgarların gizli bir üyesi ilan ettiler. Onların bu varsayımlarına karşı Rozali’ye sahne yasağı geldi. Girdaba giren Benliyan Heyeti de kendi primadonnalarından mahrum kalıp, operetlerini, tiyatro oyunu havasında sahnelediler. Rozali’nin tekrar sahneye çıkabilmesi için Osmanlı tebaasına bağlı bir erkekle evlenmesi şarttı. Ona karşı platonik duyguları olan Arşak Benliyan’da bu yasadan faydalanıp, gerçekleştirebilecekleri bir izdivacın önerisinde bulundu. Rozali, dirençli bir duruş sergilese de, sırf sanatını icra edebilme tahakkümüyle, evliliklerinin mahrem kalması ve bir münasebet olmaması sözleriyle onun teklifini kabul etti.
Tam on sene boyunca saklı kalan bu izdivaç sonrası Rozali, Benliyan’ın gerçek anlamda eşi olmayı kabul etmişti. Beraberliklerini yeni evlenen bir çiftin heyecanıyla müjdelediler.
Makale 4 /1 Nisan 1951
Nitekim bizler her ikisinin de saklamış oldukları bu dışa kapalı, örtük olan izdivacın tortusunu Arşak Benliyan’ın vefatından sonra öğrenebilmiştik. Benliyan ise, ölümünden bir sene öncesi Rozali’ye kavuşmuş oldu.
Bu verimli sanatkârın sahne hayatı hakkında daha teferruatlı, süslü anlatımlar kullanmak yerine onun Türk operetlerinde ki yegâne muvaffakiyetlerinden ve özdeşleştirdiği primadonna rollerinden övünçle bahsetmek isterim. Leblebici Horhor Ağa, Kese Kâğıt, İstanbul Efendisi…
Onun muhtelif yabancı operetlerinde inşa ettiği çalışmalarını görmezden gelemem. Matmazel Nituşi ve Clairette’in 28 Günlük Askerliği…
Bu ölümsüz sanatkârın, Avrupa turnelerinde oyunlarına icabet ettiğimiz primadonnalardan ayrı bir önem taşıdığı aşikârdır. Kendisini hep onlardan üstün görürdü. Bence de görmeliydi. Çünkü o onlar gibi ne bir konservatuvarlı, ne de usta bir rejisörden sahne sanatları eğitimi alabilmişti. Sadece kısa süreliğine de olsa Reşat Rıdvan Bey’in rahle-i tedrisatından geçmiş; onun sahne anlayışı, rolü kavrama yetisi ve yapabilirliği hakkında deneyimler kazanmıştı.
Yine altını çizerek belirtmek istiyorum, Rozali tıpkı bir konservatuvarlı aktristin ehemmiyetiyle inandırıcı mizansenler tasvir ederdi. Bu geniş ve süregelen ilginin sebebi ise, onun tek başına sahneyle olan ilişkisindendi. Zaten kendisine özgü türetmiş olduğu bir metot oyunculuğu ve yeteneğiyle keşfettiği saptamaları vardı.
Ve 1923 yılında kocası Arşak Benliyan’ın ölümünden sonra üç sezon daha metanet gösterip, Benliyan Heyeti’nde oyunculuk yapmaya devam etti. O dönemde Yervant Tolayan ve ben, artık grubun mütevelli yöneticilerindendik. Ancak sanatın işleyişiyle ilgilenen bizlerin çalışmaları elbette ki uzun seneler sürebilirdi. Mamafih, maddi imkânsızlıklar bizi kapanışa sürükledi.
Ve Rozali… Benliyan Heyeti’ne tüm hayatına vakfetmiş olan Rozali… Kadro dağılınca, bizlerle birlikte bir daha sahneye çıkamayacak olmasının muzdaripliğiyle suskunluğu tercih etti. Tamamıyla kendisine teklif edilen büyük bütçeli projelerden feragat ederek, 40-41 yaşlarında inzivaya çekilip, Bulgaristan’a yerleşti.
Bu tarihsel serüvende Rozali’nin hayat hikâyesine son noktayı koymadan önce belirtmek isterim ki, Arşak Benliyan’ın ölümünden sonra Gavroş dergisinin kurucularından olan Yervant Toloyan ile miras işleri nedeniyle aralarında bir ilişki başladı. Evleneceklerine dair havadisler yayılmış olsa da, cevabı bize meçhul olan bir nedenden ötürü bu izdivaç gerçekleşemedi.
1927 yılında son kez İstanbul’a geldiğinde, temelli olarak Bulgaristan’a yerleşmişti. Böylelikle de orada 65 yaşında hayatını kaybetti.
O sanatının en parlak ve ihtişamlı dönemlerinde bile reklama ihtiyaç duymazdı. Veda seremonisi de aynı şekilde sessiz ve buruk oldu.
Onun ölümüne vefa göstermek amacıyla, tıpkı bir sinema filmi veçhesi altında hatıratlarımı, yaşanmışlıklarımızı anlatmak istedim. Daha bugün gibi hatırlıyorum, Benliyan Heyeti’nin o unutulmaz girişini, Hraçya Nersesyan ve Vahram Bağdasaryan’la birlikte.
Daha dün gibiydi, belki de dünden önce… Ama bugün ise onun ölümünün ağırlığını taşıyordu üzerinde…
Hazırlayan ve Çeviren: BURAK SÜME
Kaynakça:
1. Tilgen, Nurullah (15 Ağustos 1961) San’at Dünyası, “Türkiye’de İlk Film 1912 Yılında Çevrilmiştir” Sayı: 132, Sayfa 10-11
2. Tilgen, Nurullah (1 Eylül 1961) San’at Dünyası, “Türkiye’de İlk Film 1912 Yılında Çevrilmiştir” Sayı: 133, Sayfa 8
3. Tilgen, Nurullah (1 Ocak 1962) San’at Dünyası, “Vahram Balıkçıyan” Sayı: 141 Sayfa 3
4. Balıkçıyan, Vahram (13.01.1953) Jamanak Gazetesi, “Bedros Baltazar İçin…”
5. Balıkçıyan, Vahram (29, 30, 31 Mart 1951 - 1 Nisan 1951) Jamanak Gazetesi, “Rozali Benliyan’ın Hayatından Önemli Kesitler”