NE İŞİMİZ VAR BURADA?
Galiba şöyle başlamakta yarar var: Bir varmış bir yokmuş, 'İstanbul'un Gözü' Ara Güler, fotoğraf ve basın dünyasına gözünü Ermenice günlük bir gazete olan Jamanak'ta açmış.
1952'nin Mayıs ayı ve biz bugün dönüp baktığımızda on yılların uzağından "Kumkapı Ermeni Balıkçıları" yazı dizisini karşımızda bambaşka bir anlam ve nitelikte buluyoruz. Jamanak Gazetesi'nde, Getronagan Ermeni Lisesi'nden sınıf arkadaşı olan Ara Güler ve Vartan Ozinyan'ın imzasıyla yayımlanmaya başlayan yaklaşık bir haftalık röportaj yetmiş yıl sonra bizi zaman içerisinde eşsiz bir yolculuğa sürüklemekte. Dizinin ilk günlerinde Ara Güler'in kareleriyle Vartan Ozinyan'ın metinleri eşleşiyor, daha sonra Ara Güler sazı tamamen eline alıyor, son bölümde ise Vartan Ozinyan'ın Kumkapı'daki Ermeni balıkçı reislerinin listesi yayımlanıyor.
İlk gençlik yıllarından başlayarak hem Ara Güler hem de Vartan Ozinyan'la temas etmiş ve onlardan esinlenmiş olmak; ister istemez bu sergi vesilesiyle yazarken sık sık yutkunma, donup kalma ve onları özleme hâllerini kaçınılmaz kılıyor. Bugün ikisi de yok ama belki de işte tam da burada, bizlerle birlikteler... İkisiyle de ilk karşılaşma ve sayısız anı tanıklıklarını aktarmanın yeri değil tabii ki burası; ama geriye baktığımda ikisiyle de "Kumkapı Ermeni Balıkçıları" röportajı üzerine uzun uzun konuşmuş olmanın bu aşamada verdiği rahatlık ve öz güveni anlatabilmek gerçekten mümkün değil. İyi ki, evet iyi ki eşelemişiz beraber. Anlatmışlar, dinlemişim, hatta anlattıklarını birbirlerine sorma olanağım bile olmuş.
Hem Ara Güler hem de Vartan Ozinyan dedem Ara Koçunyan'ın çok sevdiği ve yakınlaştığı sıkı gençler olmuşlar. Aralarındaki yaş farkına karşın arkadaş olmuşlar. Jamanak'ın o dönemdeki genel yayın yönetmeni Mardiros Koçunyan onların nezdinde daha 'ağır ağabey' takılmış, Ara Koçunyan görece 'iyi polis' rolündeymiş. Sonuçta tüm veriler net olarak gösteriyor ki hem Ara Güler hem de Vartan Ozinyan bu işi çok önemseyerek yapmışlar. Liseden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi bünyesindeki, o dönemdeki adıyla Gazetecilik Enstitüsü'ne birlikte gitmişler ve en önemlisi birlikte üretmenin tadına varmışlar, ürettiklerini topluma mal edebilmeleri için kendilerine zemin yaratan Jamanak Gazetesi'yle ömür boyu, son nefeslerine kadar ilişkide kalmışlar.
Dedem Ara Koçunyan "Kumkapı Ermeni Balıkçıları" röportajının yayına başlamasından sonra Jamanak'ın mürettiphanesine baskın yapıldığını anlatırdı. Ara Güler ve Vartan Ozinyan da bunu teyit etmişlerdi. Belli ki reisler 'avlanma sırlarının' açık edilmesini racona ters bulmuşlardı. Koçunyan ve Ozinyan aileleri Kumkapılıydı. O balıkçı reisleri ve aile büyükleri arasında doğal olarak tanışıklıklar vardı. Muhtemelen röportaj krizi o sayede tatlıya bağlanmıştı. Yani bir taraftan yazı dizisinin kazasız belasız tamamlanması sağlanmış ve Kumkapılı olmayan Ara Güler de metinleri devralarak krizin çözümüne dahlini getirmişti; diğer taraftan son adımda Vartan Ozinyan da tekrar devreye girerek işin tamamlanmasına katkı sunmuştu.
Yaşamın akışı hep çelişkiler yaratıyor, rolleri değiştiriyor. Yıllar sonra hem Ara Güler hem de Vartan Ozinyan'dan bu kez de mesleğimi devraldığım aile büyüklerim hakkında bir sürü şey dinledim. Onları kan bağından öte, topluma mal olmuş kişilikleriyle âdeta kendi tanıklıklarıyla kavrayabildim. Kilise düğünümde, büyük dedem Sarkis Koçunyan'ın vakıf yönetim kurulu başkanı olduğu Kumkapı Meryem Ana Ermeni Kilisesi'nde Ara Güler sağdıç olarak tam arkamdaydı ve ben gölgesinin geçmiş-gitmiş büyülü zamanların takdisi olarak üzerime yansıdığını hissediyordum. Törenden sonra çok yorgundu ve teşekkür etmek için yanına gittiğimde, kendisini yakından tanıyanların ziyadesiyle benimsediği bayramlık ağzını hiç gecikmeden açmıştı. Genelde söylediklerini tahmin edebilirsiniz(!) ama aklımda kalan istisna bir cümle bugün hâlâ ruhumu okşamakta ve geçen zamanla birlikte benim için anlamı derinleşmekte:
-Ulan, sen olmazsan benim burada ne işim var!
Ve bugün belki de mukabele etmenin tam sırası:
Ara Ağabey, sen olmazsan benim burada ne işim var! Ya da burada ne işimiz var?
*
Bu duygu selinin ötesinde aslında İstanbul'da yaşayan, bulunan ya da bu kenti seven çoğu kişinin kendi kendine ve birbiriyle rahatlıkla paylaşabileceği bir durum var: Ara Güler olmasaydı bugün pek çoğumuz burada, yani İstanbul'da ne işimiz olduğunu tam olarak anlayabilecek miydik? Abartmadığımız kesin, yanıt tartışmasız hayır. Hayır, anlayamayacaktık ve bunu bilmek her adımda bu büyük ustaya saygı ve hayranlığımızı, özlem ve vefamızı yeniler nitelikte. Bugün gözümüzün önünde, Ara Güler’in sıradışı tepkiler verirken takındığı nida, cüretkar bakışı var.Ve biz bugün biliyoruz ki Ara Güler o eşsiz dehasıyla İstanbul'u ölümsüzleştirirken aslında kendisi de ölümsüzleşti. On yıllar boyunca verdiği emekle bizlere uçsuz bucaksız bir miras bıraktı. Ve biz bugün bu mirasın en simgesel boyutlarından birisiyle karşı karşıyayız. Ara Güler'in kariyerinin ilk adımına bakıyoruz. Objektifini ilk yönelttiği noktaya yoğunlaşıyoruz. Zincirin ilk halkası "Kumkapı Ermeni Balıkçıları..." Büyük ustanın fotoğrafları ilk kez Jamanak Gazetesi'nde yayımlanmış. Tekrar bakıyoruz, tekrar okuyoruz. Uzak mıyız, yakın mıyız? İçinde miyiz, dışında mıyız?
Bugün Kumkapı'da balıkçılıkla ilgili somut hiçbir şey yok. Ne o liman var, ne o insanlar, ne o tekneler, ne de ağlar. O zamanlardan kalma ne mi var? Balıkçıların denize açılmadan duaya gittikleri Kumkapı Surp Harutyun Ermeni Kilisesi orada. Balıkçılar kalmamış ama kiliseleri yerinde işte. Pek mi hüzünlü? Efkârlanmayın canım, Kör Agop'la Minas da yıllara meydan okurcasına hemen yakında; kafa çekmek isterseniz... Ve bir de Ara Güler'in kareleri var; geçmişe ışık tutan, bizi zaman tünelinde yolculuğa çağıran, bizleri eski maceraların şifrelerini bugünün kodlarıyla çözmeye yönelten... Ara Güler'in kareleri Kavafis'in dizelerini teyit ediyor sanki: Dönüp dolaşıp bu kente geliyoruz.
*
İstanbul sosyal dokusu çok yoğun ve derin bir kent. Her zaman tarihte üç imparatorluğa başkent olduğunu dile getiriyoruz. Bunu çoğu zaman yüzeysel biçimde, hatta belki de ağız alışkanlığıyla ifade ediyoruz ama buradan kaynaklanan büyük bir arka plan ve eşsiz bir kent aurası var. Bu noktaların üzerine düşündüğümüzde, Türkçe'de yer bulmuş İstanbul beyefendisi ya da hanımefendisi tiplemelerinin olduğu da zihnimizde canlanabiliyor. Bunun bir tarifi, kriteri ya da kuralı yok. Zaten olamaz da çünkü koca bir kentte yaşayan insanları ancak esnek bir bakış açısıyla gözlemleyebilirsiniz. Onları kalıplar içerisine yerleştirmeye kalkışırsanız, o kenti ve kentlileri ruhundan uzaklaştırma riskiyle karşı karşıya kalırsınız. Tiplemeleri anlayabilmek için bu kentin dokusuna ve ruhuna nüfuz edebilmek gerekir. İşte Ara Güler'in kareleri ve işte İstanbul hanımefendileri ve beyefendileri; kim demiş ki aralarında balıkçı teknesine macun çeken ağabeyler ya da ağ ören teyzeler olamaz diye? İstanbul insanı sürükleyen bir kent ama onun cazibesini yaşarken kendinizi her zaman ona kaptırmamanız gerekir. Onun ortamını bilinçli ve özenli solursanız İstanbul size kendi eşsiz gizemi, büyüsüyle ilgili anahtarlar, ipuçları sunar. Onlara aşina olabildiğiniz oranda bu kentin zengin insan malzemesini ayrıntılarıyla gözlemleyebilirsiniz. Ara Güler'in yakaladığı ağ onaran yaşlı teyze, rahat rahat bir eski zaman kantocusuyla rekabete giremez mi? Büyük usta insan unsurunu merkeze öyle bir çekiyor ki bir anda mekân ve dönemlerin ruhuna uzanan bir patika beliriveriyor.
İşin ayrıcalık ya da iltimas algısının sığlığından öte, İstanbul insanının bir tarifi, kriteri ya da kuralı yok olmasına yok; ama hepsinin bir ortak paydası var. Bir kentin ortamını insanları belirler. Onlar yaşadıkları yere ve birbirlerine karşı sevgilerini arttırdıkları, katladıkları oranda, kendilerine pay düşecek olan nimetleri de arttırabilirler. İstanbul her zaman içerisinde yaşayanları kapsayan, kuşatan bir kent olduğu gibi, içerisinde yaşayanlar tarafından da çok sevilmiş ve benimsenmiştir. Tarih boyunca bu kentte bırakılan kalıcı izleri başka nasıl açıklayabiliriz? Bu kadar farklı inanç, kültür ve kökenden insanın mabetler inşa ettiği bir kentten söz ettiğimizi dikkatten kaçırmayalım. Dolayısıyla böylesi yoğun bir sevgi, tutku ve etkileşimin yaşandığı, hissedildiği ve de paylaşıldığı bir ortamı var Yedi Tepeli Kentin. İstanbul bir sevda kenti; tutkuyla bağlanılan, sevilen, ortamında sevginin ete kemiğe büründüğü bir kent. Dışarıdan acımasız ve çetin gözüken günlük mücadelesinin arkasında da bir yaşam sevgisi, bir yaşama tutunma hâli var. Ara Güler'in objektifi aslında ne bu kentin eski binalarını, semtlerini, ne de değişken, zorlu yaşam koşullarını yansıtıyor. Büyük ustanın yakaladığı karelerde billurlaşan şey bir bakıma İstanbul'da yaşayanların bakışlarından yansıyan insani sevgi değil mi? Ve o bakışlar aslında farklı zamanlarda, farklı insanları bu kente bağlayan sevginin bir ürünü. İstanbul her zaman içerisinde yaşarken şikayet edilen bir kent oldu belki de. Ara Güler'in karelerine yansıyan bakışlardaki sevgi ise, İstanbul'da yaşayanların bir daha asla onsuz yapamayacağını tartışmasız ele veriyor. Bu büyük itirafı kayda almak da ancak onun gibi bir büyüklüğe özgü olsa gerek.
İstanbul'un ortamını solumanın, onun esin kaynağı olan penceresinden yaşamı izlemenin başlı başına bir eğitim olduğu da su götürmez bir gerçek. Eğitim hiç bitmez. İstanbul gibi dinamik ve değişken bir kente bilinçli bakmak, onu bilinçle gözlemlemek, insanın kendini mükemmelleştirme arayışları bakımından eşsiz bir fırsattır. İstanbul'un ortamı okuldur, ortamını solumak eğitimdir. "Kumkapı Ermeni Balıkçıları" yazı dizisi, basının hâlâ toplumsal eğitimin önemli bir unsuru olarak görüldüğü dönemlerde yayımlandı. Zamanla kaynak ve öğrenme aracı olmaktan yönlendirme etkenine dönüşen medya, Ara Güler ve Vartan Ozinyan'a göz kırpmıştı. İlki yaşamının sonuna dek foto muhabiri kaldı, diğeri ise köşe yazarı.
Vartan Ozinyan'ın babası Bedros Ozinyan Jamanak okuru ve sempatizanıydı. İstanbul Ermeni toplumunun gündemindeki konular bağlamında gazetenin duruşunu benimsemekteydi. Jamanak'ın Galata'daki mürettiphaneleriyle Getronagan Lisesi'nin fiziki yakınlığı, Koçunyan ve Ozinyan ailelerinin yakınlığı ve Ara Güler'le Vartan Ozinyan'ın sınıf arkadaşı olarak yakınlığı... Bu üç unsur onları Jamanak'ın kapsama alanına almaya yetmiş de artmıştı bile. Kaldı ki Jamanak da Ermeni basınında bir ekoldü. Birçok Ermeni ünlü yazarın ilk eserlerini bu gazete yayımlamıştı. Türk edebiyatseverlerin de tanıdığı şairlerden Zahrad buna yerinde bir örnek olabilir. İşte Ara Güler de bu okulun yolunu tuttu. Gazetenin tarihinde çok özel bir iz bırakmış olan, eş zamanlı çalışmış dört adaşın oluşturduğu kare asın yaşça en küçüğüydü: Ara Koçunyan, Ara Aginyan, Ara Aprahamyan ve Ara Güler... Sonrasında fersah fersah yol almış olsa da çıkış noktasını hiç unutmadı ve bu sergideki, Jamanak'tan aldığı ilk muhabir kartı, Jamanak'ın ona basın kartı verilmesi için yaptığı başvurunun mektubu; onun fotoğrafçılık alanında vites yükselttiğini belgeleyen vesikalar arasında sayılabilir.
Burada konudan fazla sapmadan toplum bilimciler için parantez içerisinde kısa bir not paylaşmak yararlı olabilir. Türkiye'deki Ermeni toplumunun iç dinamiklerinde, 1950'li hatta 1960'lı yıllara kadar, cemaatin üyeleri her alanda uzmanlıkları yönünde hem geniş toplum hem de azınlık toplumu düzleminde faaliyet gösterebilmekteydi. Yani sağlıklı bir yurttaşlık ve alt kimlik koruma dengesi vardı. Daha sonra o makas geri dönülmez olarak açıldı. Ara Güler ve Vartan Ozinyan'ın öz geçmişleri de bu bakımdan ders niteliğinde. Sonuçları ve yansımaları tabii ki tartışmaya açık ama parantezimizi burada kapatmak daha doğru.
İmparatorluk başkentleri hep kozmopolit olmuştur ve İstanbul da istisna değil. Farklı inanç, kültür ve kökenden insanların beşiği olmuş ve de her dönemde yoğun göç almış bir kent. Herkesin bereketinden faydalanmaya gelirken, geldiği yerin zenginliğini de ortamına harmanladığı bir kent aynı zamanda. Tüm bunların ışığında İstanbul'da çok çeşitli yaşam tarzları var. İstanbul'un bütün özellikleri ve yine bu kentte yaşayanların, dışarıdan ayrıcalık gibi algılanan bütün özellikleri aslında bu son derece renkli panoramanın fonunda çok daha iyi anlaşılabiliyor. O zenginliğin bu kente ve onun insanlarına kattığı boyutlar çoğu zaman aşamalı olarak özelliğe dönüşüyor. Burada temelde sanki yerleşik kent kültürünü taşıyan insanlardan söz ediyoruz; ama bu sadece ilk bakışta.
İstanbul tarih boyunca insanları buluşturan bir kavşak olmuştur. İstanbul bir ticaret merkezidir, bir inanç, bilim, sanat, eğitim, yönetim merkezidir ve daha saymakla bitmez birçok şeyin de merkezidir. Bu kentin benzersiz bir çekim gücü vardır. Çok yönlü ve çok boyutlu bir sosyal etki-tepki ortamıdır İstanbul. Ve bu büyük deneyim dünya uygarlığına eşsiz bir katkı şeklinde tahvil olmuştur. Bu katkı kuşkusuz bu kentin insanları, bu kentte yaşayanlar ve bu kentten esinlenenler aracılığıyla sunulmuştur. İstanbul için bir şey yapmak, insanlık için bir şey yapmak anlamına gelir. İstanbul'da bir iz bırakmak, dünyada bir iz bırakmak demektir. Şebinkarahisar'dan İstanbul'a gelen Derderyan ailesinin devamı olan Ara Güler'se insanlığın ortak belleğine İstanbul'un izini kazıyarak 'Çağın Fotoğrafçısı' addedildi. Çok muydu, Ara Ağabey'in ustalığı mıydı, İstanbul efsanesi miydi, yoksa hepsi birden ya da hiçbirisi mi? Karar sizin...
İstanbul'da bugün de herhangi bir şey ya da kimseden yoksunluk söz konusu değil. Bu kentin her zaman kendisiyle birlikte hızla dönüşen ve değişen bir insan malzemesi olmuştur. Değişimi yadırgamadan çevremizdekileri anlamaya çalışırsak, onlardaki cevheri de daha iyi görebiliriz. Unutmayalım ki İstanbul'u özel kılan en önemli unsurlardan bir tanesi mayasındaki empatinin sağlam altyapısıdır. Ara Güler tam da bu dorukta konumlanmıştı. İstanbul'un genel yaşam tarzını görebilmek için ne sadece maddiyata ne de sadece entelektüel boyutuna takılmak gerekiyor. İstanbul'un mükemmelliyeti ve ona özgü mükemmelliyetçiliği çetrefilli bir bulmaca değil mi? Ancak her şey bununla sınırlı değil. Sorunun özü, bu kentin mirasından kaynaklanan büyük birikimi taşıyor olmanın bilincine varmakta. İstanbul tarihin farklı dönemleri arasında köprü olan, geçmişle geleceği buluşturan bir kent. Dolayısıyla onun dokusunda farklı zamanların yaşam tarzlarından izler var. Bu kentin dokusuna nüfuz edenlerin gerçeğinde o yaşam tarzlarının çeşitli tezahürlerine rastlanabiliyor. Farklı yaşam tarzlarının iç içe geçtiği bir ortamda, herkesinkini severek, benimseyerek ve paylaşarak, aynı zamanda da kendinizinkini yaşayarak ve yaşatarak bir zaman akışına kapılıyorsunuz İstanbul'da. Bunu taşıyabildiğiniz ölçüde bir İstanbullu tiplemesine uyabilirsiniz ya da en önemlisi, farkına bile varmadan kendi tiplemenizi de yaratabilirsiniz. Belki de bugünkü inanılmaz teknolojik olanaklara karşın İstanbul'un belgelenmesi anlamında hepimizi kuşkuya düşüren şey Ara Güler'in içselleştirdiği, İstanbul'u yakalamasını sağlayan bakışının artık olmaması. İstanbul'u yakalayabilmek için keşkelerle yitirecek zaman kesinlikle yok; ama Ara Güler'in mesajını sektirerek başarmak da olanaksız.
Zaman değişiyor; yaşam, değerler ve tüm bunlarla birlikte bireysel ya da toplumsal görgü de değişiyor. Bütün bunların içerisinde görgü boyutu diğerlerine kıyasla en fazla kuralcılık ima eden konudur. Dolayısıyla görgünün değişimi daha fazla göze batıyor ve bazı şeylerin kaybolduğuna dair izlenim uyandırıyor. Ama aslında her alandaki deneyim bize gösteriyor ki kurallar katı yorumlandığında zamanla içi boşalıyor. İstanbul görgüsü denince belki akılda beyaz örtülü masada, porselen serviste yemek yenilen bir ortam canlanıyor. Bu törensel zarafete tabii ki söylenecek bir şey yok. Ama gelin görün ki plastik ya da kâğıt servislere en karşı olanlar dahi, yakın geçmişteki salgın ortamında, tek sefer ve sadece bir kişi tarafından kullanıldığı için onlara dört elle sarılmak durumunda kaldılar. Dönüşüm aşamalarında gelenekselle yeni olanın arasında sert karşıtlık yaratmak, bizi hem zamanın ruhundan uzaklaştırıyor hem de geleneği örseliyor. İstanbul'un özeline dönecek olursak, bu kentin ortamı zamanın ruhunu yakalama mecrasıdır. Ara Güler'in kareleri İstanbul'un iç bakışı gibidir. İstanbul'un o eşsiz görkemi bir yanda, insanlarının yaşam mücadelesi diğer yanda; çoğu zaman yan yana ve birbirinden habersiz. Ara Güler ustanın karelerine bakarken ister istemez düşünürsün: İstanbul'un dışı seni, içi beni yakar...
Bu coğrafyada her siyasi akım ya da her iktidar İstanbul'un ortamında, onun sosyal dokusunda sınavdan geçmiştir ve bugün de durum böyledir. O sınavdan geçemeyenlerin toplumda karşılık bulabilmesi zordur. Öte yandan da bu sınavdan başarıyla çıkmanın yolunu arayanlar, aynı zamanda kendi kendilerini sergileme yöntemleri, kendilerini anlatma çabaları içerisinde bu kentin evrimine, dönüşümüne doğrudan etki etmiş ve bugün de etmektedir. Tüm bunlar bir yandan da zaman içerisinde İstanbul'da şekillenen değerlerin aslında ne kadar dayanıklı bir hâl aldığını gösteriyor. Bu çok dikkate değer bir durum; çünkü o yaşam tarzının da çeşitli boyutlarıyla canlı kaldığına dair bir gösterge. Dokunun sağlamlığı, sürekli zamanın mihenk taşı karşısında kendini kanıtlayarak güçleniyor. İstanbul'un yenilenen cazibesi, onun yarattığı değerlere canlı kalma ve kendini sürekli yenileme olanağı tanıyor. Ara Güler'in "Kumkapı Ermeni Balıkçıları" röportajındaki bazı kareleri Ayvazovski'nin deniz tablolarıyla yarışabilecek güçte. Bazılarıysa soyut resim arayışlarını andırmakta; yıllar sonra Picasso'nun portresini çekeceğini hissedercesine... Hepsi de iddialı, Büyük Ustamız da zaten mükemmelliyetçidir. Söz konusu erken dönem işlerinin yanı sıra, Ara Güler'in kariyeri boyunca çektiği tüm fotoğraflarda sadece kadraja sığan değil; kadrajdan taşan da hissedilmekte. Onun kareleri aynı zamanda siyasi tanıklıklar olarak da kabul edilebilir. Her dönemde ve her konjonktürde kamerasını kime ve neye yönelteceğini çok isabetli seçmiştir. 1952'deki "Kumkapı Ermeni Balıkçıları" çalışmasından sonra 1957 yılında, Kumkapı'daki limanın dönemin ekonomi politiğinin rüzgârlarıyla kaldırılması öncesinde aynı konuya yeniden eğilmesi bu bakımdan çok çarpıcıdır. Kaldı ki aradan geçen beş yıl zarfında o alandaki Ermeni asıllı reislerin varlığı ve etkisinin azaldığı da aşikârdır. Yine de büyük ustanın ilgisi bakidir, ekseni devamlılıktır.
Ara Güler yaşamı boyunca sanat fotoğrafçısı olmadığını ve foto muhabiri olduğunu ısrarla savundu. Bu çoğu insan için gereksiz bir tartışmaydı ama onun felsefesi bakımından çok önemliydi. Büyük usta, kendi tabiriyle, fotoğraf çekmek için herkesin kaçtığı yere doğru koşardı. Özelde bu sergideki kareler ve genelde kendi eşsiz mirası bize bugün Ara Güler'in İstanbul'un akıp giden yaşamını dönem dönem nasıl soluk soluğa belgelediğini gösteriyor ve karşımıza başka bir durum daha çıkıyor: Ara Güler İstanbul'u sanatsallaştırarak belgelemiş âdeta.
İstanbul'un yüceliğinden bu kentin insanlarına kuşkusuz büyük bir pay düşüyor ama bir sonraki adımda o payın tetikledikleri de İstanbul'un yüceliğine yücelik katıyor, dönüşüm sağlıyor. Sinanlar'ın, Balyanlar'ın ölümsüz eserleriyle çehre kazanmış bir kentin insanları, onun abidevi silüetine bakarken yücelikten başka ne görebilirler ki? İstanbul'da yaşamak o benzersiz yücelikle sürekli bir temas anlamına geliyor. Günlük yaşamın tüm sürgitine karşın bu kentin insanları o yoğun temastan payını ister istemez alıyor. Ara Güler ise bu yücelik karşısında en doğru tavrı takınıp, en doğru konuşlanabilmiş başlıca fotoğrafçılardan. O yakaladığı isabetle de gerçek bir aydın. Gerekçesini şöyle de düşünebiliriz:
Bugün bizleri Ara Güler'in İstanbul'un sadece kaybolmuş yapılarına ya da insanlarına dair çektiği fotoğraflar ilgilendirmiyor; zira hâlâ günlük yaşamımızda her gün gördüğümüz eserleri dahi onun gözünün nasıl gördüğünü ve merceğinin nasıl görüntülediğini merak ediyoruz. İşte Ara Güler ustalığının dönemleri aşan gücü... Meğer ne eşsiz bir manzarası varmış Galatasaray Tosbağa Sokağı'ndaki Güler Apartmanı'nın en üst katının, banyo havuzundan tüm İstanbul tabak gibi ayaklarımızın altındaymış...
İyi seyirler efendim.
Ara KOÇUNYAN