“BUGÜN İSLAM HUKUKUNUN GEÇERLİ OLDUĞU BİR DÖNEMDE DEĞİLİZ. DEVAM EDEN PARANOYADAN KURTULAMADIKÇA ÇÖZÜM ÜRETİLEMEZ. ZİHNİYETİN DEĞİŞMESİ LAZIM. MODERN HUKUKUN ESASLARIYLA SORUNLARI ÇÖZEBİLECEK MEKANİZMALAR VAR.”
“Kimliğin İzinde: Çağlar Boyunca İstanbul Ermeni Patrikliği” adlı belgeselin türkçe versiyonunun geçtiğimiz hafta sonu Kumkapı’da düzenlenen galası, Türkiye’deki Gayrimüslim azınlıkların cemaat gündemine dair sorunlarının da tartışılmasına vesile oldu. Film gösteriminden sonraki panel çeşitli konulara ışık tutar nitelikteydi.
Bugün panelistlerden Türk-Alman Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Macit Kenanoğlu’nun konuşmasının deşifresini yayınlıyoruz.
Kenanoğlu 1990 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Marmara Üniversitesi bünyesinde sürdürdüğü kamu hukuku doktorasını, 2001 yılında tamamlayarak kamu hukuku doktoru olmuştur. Aynı dönemde Ankara Üniversitesi’nde devam etmekte olduğu siyaset bilimi doktorasını da 2002 yılında tamamlayarak siyaset bilimi doktoru unvanını almıştır. Türk-Alman Üniversitesi’ndeki görevinden önce, Marmara Üniversitesi, İstanbul Şehir Üniversitesi ve Fatih Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmıştır. Tarih, siyaset, din ve hukuk ekseninde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gayrimüslim toplulukların statüsü ve kurumları üzerine pek çok eseri bulunmaktadır. Bunlar arasında, konumuz bağlamında “Osmanlı Millet Sistemi: Mit ve Gerçek” adlı kitabı ve “19. Yüzyıl Osmanlı Hukuk Sisteminde Gayrimüslim Cemaatlere Tanınan Adli Yetkiler ve Bakmaya Yetkili Olduğu Davalar” makalesi sayılabilir.
*
Hem yerli hem yabancı literatür [millet sistemi hakkında], çok farklı şeyler söylüyor. Yani iki uçta olan söylemler var. Bazı yerlerde “state in state” (“devlet içinde devlet”tir). Bazılarına göre azınlıklar ikinci sınıf vatandaştır. Şimdi Osmanlı’nın başarısı… İmparatorluklar, çok kültürlü, çoğulcu yapılardır. Ulus-devlet gibi değildir. İmparatorlukların avantajı; farklı kesimleri, farklı ırkları, farklıdilleri barındırabilmeye imkân veren yapılardır. Milliyetçilik akımlarının etkisiyle oluşması hasebiyle ulus-devletler daha lokal, daha sınırlı yapılar. Şimdi Osmanlı'daki Gayrimüslimler, Müslümanlarla Osmanlı'dan önce de muhataptırlar. Yani Emevî, Abbasi, Selçuklu, hepsinde Gayrimüslim görürsünüz o devletlerde. Osmanlı'nın becerisi bunu kurumsallaştırabilmiş olmasıdır. Yani hepsi İslam hukukunu uygular. Hepsinde aynı esaslar geçerlidir. Zimmet statüsü bellidir. Yani cizye ödemek şartıyla Gayrimüslimlerin can, mal, ırz teminatları vardır. Bütün İslam devletleri için geçerli ama Osmanlı bunu kurumsal bir yapıya dönüştürmüştür. Devletin hukukuyla kilisenin hukukunu bağdaştırabilen bir yapıtesis etmiştir. Diyelim ki Gayrimüslimler için, patrikhane Bizans'ta ya da Roma'da daha rahat hareket edebilir. Çünkü aynı din mensupları olarak var oldukları için işkolay ama Osmanlı gibi farklı bir din, hâkim din olarak ortaya çıkıp bir de içinde farklı din mensuplarını barındırıyorsa…
Hiyerarşiye bakın. Patrikhanenin hiyerarşisi ile devletin hiyerarşisi sanki birebirdir. Başta patrik, eyaletlerde metropolitler, altında piskoposlar, rahipler. Devletin de başında sultan, altında eyalet valileri. Ve onun altında da işte sancak beyleri vesaire… Şimdi böyle bir yapıyı devletin yapısıyla bağdaştırmak lafla olabilecek bir şey değil. Devlet bunu hukuk sistemiyle bağdaştırabilmiştir. Neyle? Kurduğu sistemle. Ortadaki bu sistem, millet sistemi denen sistem. Evet farklıdinlere millet adını verebilirsin. Ama sistemin adı millet sistemi olamaz. Devlet iltizam sistemi yoluyla bu birlikteliği sağlamıştır. Çünkü patrikhanenin kendi cemaatinden vergi toplama yetkisi var. Toplanan paraların ya da patriğin göreve gelirken devlete ödediği vergiler var. Patrik atamanın şartları var Osmanlı'da. Patrikhanenin ödediği para öyle az buz bir para değildir. Patrikliğe atanacak şahsın, devlete ödediği yük, 1.200.000 altındır. Bunu kendi cemaatinden toplayarak devlete aktarır. Devlet bu yapıları kontrol edebilecek mekanizmayıkurmuştur. Her yıl patrikhane ile devlet arasında bütçe görüşmeleri vardır. Patrikhanenin bütçesi her zaman açık verir. Devletten yardım yapılmak zorunda kalınır. O masrafları yapan insanların giderlerini vesaire… Dolayısıyla OsmanlıDevleti bu kilise hukukuyla kendi devlet hukukunu bağdaştırabilecek yapıyı, bu iltizam sistemi üzerinden kurmuştur.
İşin bir mali yönü var bir de hukuki yönü var. Mesela Osmanlı'da özellikle patrikhane mahkemeleri, hapishaneleri gibi literatürde yer alan açıklamaların mahiyetini iyi değerlendirmek lazım. Açık söyleyeyim ki Osmanlı egemenlik hakkını devretmez ve bunun özellikle nizamnameler sonrasında çok büyük tartışmaları var. Devletin hukuk sistemi içinde yazdığı belge, çok istikrarlı, çok tutarlı, hiç falso vermeyen bir yapıdır. Patriklik beratlarının hiçbirinde patriğe dava görme yetkisinin verildiğini gösteren bir ifade bulamazsınız. İfade ıslah yetkisidir. Islah bugünkü ara buluculukla eş değerdir. Rıza-yı tarafeyn ile mümkündür. Her iki taraf kendi isteğiyle giderse… Devletin hukukuyla, kilisenin hukukunun çatıştığıyerlerde devlet hukuku geçerlidir. Özellikle nizamnamelerden sonra Adliye Nazırıyla Hariciye Nazırı… Hariciye Nazırı Sava Paşa Rum’dur. Adliye Nazırı, Müslümandır. Aralarında nizamnamenin uygulanışında ihtilaf çıkmış. Dolayısıyla hukuk sisteminde mesela ayrımı yapan Osmanlı’dır. Ruhani, cismani ayrımı yapar. Ruhani taraf kiliseye aittir. Cismani taraf devletin hukukuna aittir. Evlenme akdini kilise kıyar, boşanmaya kilise karar verir. Boşanmadan doğan sonuçların işte velayet, veraset, mal paylaşımı, hepsi devletin hukukuna tabidir. Bununla ilgili çok sayıda ihtilaf, mahkeme kaydı, hepsini görebilirsiniz. Osmanlı, cismani ve ruhani ayrımını yapıp, idari-mülki tarafa kimseyi katmaz. Bunu egemenlik hakkına müdahale olarak görür. Belgelerde aynen böyle yazıyor. Yani herhangi bir şekilde kilisenin bu tip durumlara müdahalesine fırsat vermez. Özellikle nizamnamelerden sonra, çatışmanın boyutu çok büyüktür. Klasik dönem, Osmanlı'nın hâkim olduğu dönemde karşısında bir güç yoktur. Dış güç diye ya da bir dış baskıdan söz edemeyiz. Devlet çok rahat yönetimi gerçekleştirir. Ama hem milliyetçilik akımlarının ortaya çıkışıyla hem taleplerin artmasıyla, eşitlik taleplerinin artmasıyla zaten yapının değişmesi kaçınılmazdır. Bu sadece kilise için değil, Osmanlı Devleti için de kaçınılmazdır. Klasik yapı varlığını devam ettirebilecek niteliği artık aşmıştır. Yani yeni bir dönüşüm, yeni bir değişim, yeni bir zihniyet… Osmanlı'nın kendi içinde de vardır, dinlerden bağımsız ya da azınlıklardan bağımsız yeni bir yapı, yeni bir yönetim modeli. Bunun işte azınlıklara ya da işte Gayrimüslimlere bakan yönüyle eşitlik talepleri… Kilisenin kendi içindeki tartışmaları geçiyorum. Yani kilisenin kendi içinde laik ve ruhani tarafın mücadelesi ayrı bir boyuttur. Bu Osmanlı ile çok bağlantılı değil. Osmanlı buna çok müdahil değil ya da ancak zaruret halinde müdahale edebilir. O da olay büyürse. Mesela basit bir örnek, Kudüs'te Kamame Kilisesi diye bir kilise var. Bu hem üç din mensubu için de mukaddes bir kilise. Osmanlı beratlarla kiliseye kim önce girecek, ayini kim önce yapacak? Sağdaki şamdan kimin, soldaki şamdan kimin, tek tek tayin etmiştir. Aksi takdirde… Çünkü her grup, bütün gruplar birbiriyle sürekli mücadelede. Orada yönetimi, hâkimiyeti ele geçirmek için çok sayıda uydurma fermanlar bile yayınlanmıştır. Kamame başlı başına ayrı bir olaydır. Mücadelenin sonu yoktur Küdüs’teki Kamame üzerinde. Dolayısıyla nizamnameler aslında klasik dönemde var olan ama yazılı olmayan yapıyı yazılı hâle getirmiştir.
Şimdi Ermeni Patrikliği nizamnamesinin başı yoktur. Düsturlara bakın. Rum Patrikhanesininki İstanbul Rum Patrikliği nizamnamesidir, Hahamhaneninki Hahamhane nizamnamesidir. Ermeni Patrikliği nizamnamesinin düsturdaki metni başlıksızdır. Belgeselde de zikredildi… İşte o “konstitüsyon” (“anayasa”) kelimesinden doğan ihtilaf yüzünden böyledir. Ermeniler onu anayasa şeklinde yayınlamak istemişlerdir. Devlet buna izin vermek istememiştir. Çünkü ona anayasa ismini verdiğinde başına geleceği biliyor. Dolayısıyla bu münakaşadan kurtulmak… Ama taraflar geri adım atmayınca devlet en sonunda başlığı çıkarıp yayınlamıştır. Dolayısıyla Ermeni Patrikliği nizamnamesinin düsturda başlığınıyoktur. Sebep de tamamen bu hukuki tartışmadır. Sava Paşa ile Adliye Nazırıarasındaki problem… Bu nizamnamelerde geçen birkaç kelime üzerinden yürür. 1856’da ilk defa devlet mesela veraset hukukuyla ilgili davaların taraflar talep ederse patrikhaneye gitmesine izin vermiştir. Ondan öncesinde böyle bir durum yoktu. Yani vasiyet İslam hukukuna tabidir. Veraset İslam hukukuna tabidir. Bunun çok bariz, açık, somut belgeleri var. Dolayısıyla problem devlete intikal etmezse, kilise cemaat içinde problemi çözebilir. Bugün Türkiye'de İslam hukuku geçerli değildir. Bir Müslüman mirasını İslam hukukuna göre, içlerinden biri itiraz etmezse bölebilir. Rıza tamamen iç hukukta, içlerinde kalır. Dışarıya ihtilaf yansımaz. Aynışey kilise için geçerlidir. Kilise mensupları aralarındaki ihtilafı patriğin otoritesine ya da bir ruhaninin otoritesine tabi, kendi dinlerinin hükümlerine göre çözebilirler. Orada ihtilaf çıkmadıkça problem yoktur. Ama içlerinden biri itiraz ederse, gideceği yer devlet mahkemesidir. Başka bir mahkeme yoktur. Dolayısıyla böyle otonom yapılardan ziyade, rızaya dayalı uygulamalara devlet müsaade etmiştir. Böyle resmî otonom patrikhane mahkemesi diye resmen tanınmış bir mahkeme yoktur. Devlet buna hiçbir şekilde, hiçbir dönemde -bakın nizamname sonrası da dâhil-izin vermemiştir.
Bir tek 1856’da bu verasetin patrikhanelere -tarafların onayı varsa- gitmesine, devlete başvurup devletten izin almak suretiyle yapmalarına izin vermişti. Kendi dinlerinin gereği olarak, patrikhaneler tabiatıyla bu yetkilerinin daha geniş bir alanda kullanılmasını arzu ediyorlar. Bunda abes bir durum yok. Fakat devletin buna rıza göstermesi durumunda. Yani olay öyle basit bir mesele değil. Yani bir Rum’la bir Ermeni, bir Ermeni ile bir Yahudi, bir Müslümanla bunlardan herhangi biri. Hatta bir Ermeni ile bir Ermeni… Babası, Osmanlı vatandaşı, oğlu, Fransız vatandaşı; aradaki veraset davalarını patrikhanenin çözme şansı yok. Diyelim ki Ermeni vatandaşı mirî arazi tasarruf ediyor. Devletten araziyi kiralamış, oğlu yabancı. Arazi Kanunnamesi’ne göre babası ölürse, arazi evladına intikal ediyor ama evlat Osmanlı vatandaşı değil. İhtilaf-ı din, ihtilaf-ı dâr, veraset engelidir. Yani arasında din farklılığı varsa veya ülke farklı. Ülke farklılığından kasıt vatandaşlıktır. Veraset engeli vardır, mirası kullanamaz. Miras ona geçmez. Vatandaşlığı kendi isteğiyle mi terk etti? Devletten izin alarak mı terk etti? Bu bile etki eder. Dolayısıyla problemi çözmede patrikhanenin yapabileceği bir şey yok, işin içine devletin karışması, müdahalesi gayet normaldir. Başka türlü problemi çözemezsiniz. Çünkü mülkiyet devlete aittir, mirî arazinin, o sadece tasarruf hakkını devreder kişilere para karşılığı. Orada da hakk-ı intikal yani birisi ölürse kime nasıl geçeceğini Arazi Kanunnamesi düzenlemiştir. Ama onların her birinin kuralı, kaidesi bellidir. Dolayısıyla devlet hukukuyla kilise hukukunu böyle bir arada gözetmeden siz problemi çözemezsiniz, kaos çıkar. Yani çok hukukluluk dediğiniz, öyle arzu edilen bir şey değildir, çok hukukluluk kaosa işaret eder. Ortada bir hâkim, hukuk, ana yönetim yoksa; ana prensipler temel esaslar belli değilse… Gayet iyi niyetle, herkese kendi hukukunu uygulama hakkı verelim diyebilirsiniz. Kaosa davetiye çıkarırsınız. Sonuç çözümü imkânsız problemler demektir.
Şimdi Cumhuriyet döneminin Osmanlı'dan farkı şudur. Açık söyleyeyim ki Anayasa Mahkemesi’nin nizamnameye atıfta bulunması gayet isabetli bir çözüm. Nizamnameler hâlâ yürürlüktedir. Çünkü Cumhuriyet idaresi nizamnameleri ılga ettiğini söylememiştir. Hatta bugün Yargıtay 1858 Arazi Kanunnamesi’ni kararlarında kullanır. Niye? Çünkü ılga edilmemiştir. Medeni Kanun’un kabulüyle beraber ılga edilen kanunlar sıralanmıştır. İçlerinde Arazi Kanunnamesi yoktur. Aynı şey nizamnameler için de geçerlidir. Nizamnamelerin varlığı kötü bir şey değil. Bence aslında kurumsal kimliğin mevcudiyetini gerçekleştirme açısından öyle bir metnin varlığı gerekir. Önemli olan şey tüzel kişilik olsun mu olmasın mımeselesi. Şimdi Almanya'da Rumların anayasaya göre tüzel kişiliği var. Rumların Almanya'daki sayısı 200.000. Müslümanların sayısı 5.000.000. Müslümanlar tüzel kişi olarak tanınmıyorlar. Bizdeki Türkler de tüzel kişi olarak tanınmak için gayret gösteriyorlar. Niye? Tanınırlarsa devletten para yardımı alabilirler. Tüzel kişi olarak tanınmak avantaj mı dezavantaj mı? Çünkü tüzel kişi olarak resmen tanıdığınızda birtakım esasların ortada olması lazımdır. Bu esaslar belirlenmiş olmalı. Tüzel kişinin varlığını sona erdirecek sebepler. Mesela bir dernek, bir vakıf ya da başka bir şirket, tüzel kişi olarak tanındığında, kendi kuruluş tüzüklerinde belli esaslar varsa, herhangi birinin başvurusu üzerine, yetkili mahkemenin tüzel kişiliği sona erdirmesi meselesi doğar. Patrikhanenin bence tüzel kişilik talep etmesine ihtiyaçyok. Şu anda hukukta tüzel kişiliği olmayan varlıklar var. Modern hukukun getirdiği mekanizmalar daha esnek yapılara izin verir. Adi şirket, tüzel kişiliği olmayan bir şirkettir, hukukta tanınır. Hukuki tasarruf ehliyeti vardır, hukuki işlem yapar. Yaptığıişlemlerden doğacak problemlerin işte çözüm usulleri kanunlarda yer alır. Patrikhaneye tüzel kişilik verirseniz bu dinî bir kuruluştur. Burada Cumhuriyet döneminin… Şimdi ben şunu açıkça söyleyeyim: Osmanlı Devleti'nin geçmişteki tecrübesi, bu problemi çözmeye yetecek birikime sahiptir ama Cumhuriyet döneminde kullanılmayan bir tecrübedir. Bu, çok kolay çözülebilir. Hukuki açıdan dinî cemaatlere tüzel kişilik tanınmasının önünde hiçbir engel yoktur. Tüzel kişilik tanırsanız, daha belirgin, daha net, daha bariz bir yapıyı karşınızda görebilirsiniz. Yetkililer açık seçik belli olur. Mesela özellikle bunun Osmanlı döneminde de tüzel kişiliği yoktur. Osmanlı’da Gayrimüslimler için söylüyorum bunu. Diyelim ki bir vakıf kurmak istiyorsunuz. Gayrimüslimlerin kurduğu vakıflar sahip olmayan vakıflardır. Ama devlet bunu kabul eder. Kilise farazi merhum bir şahıs icat eder, adı şu diye. Vakfı onun adına kurar. Devlet bunu kabul eder, hiçbir itirazı yok. Bugünkü yapıda bir vakıf kurabilmenin şartları kanunda bellidir. Patrikhaneler tüzel kişilik kazanırlarsa, bu tür girişimleri doğrudan patrikhane üzerine alma, kullanma imkânları vardır. Dolayısıyla bu tip avantajlar elde edilebilir.
Modern dönemde bunun önünde hiçbir engel yok. Geçmişten gelen korkular ya da bariyerler var. Yani bugünkü meselenin böyle muallakta kalması için hiçbir sebep yok. Ama bu neye bağlı? Herhâlde anladığım kadarıyla kurumlar arasıiletişimin sağlıklı yürütülmesine bağlı bir şey. Talepler ve doğabilecek, elde edilmesi istenen sonuçlar neler olabilir? Devlet bu konuda bence adım atabilecek durumdadır. Bugün bir engel yok. Aksine bir düşünceyi ileri sürmenin bugün için artık geçerliliği yok. Yani geçmişte yaşanan birtakım olumsuz şeyleri kullanarak bugün herkesin kendine göre bir tavır alma durumu gerçekleştirdiğini görüyoruz. Bunların artık bir değeri yok. Ben de bu çalışmaya başlarken herkesin bana şüpheyle baktığını, çoğu zaman başta biliyor, görüyordum. Yani her ne için yapıyorsun bu çalışmayı? Derdin ne, niye geldin? Hani başka bir niyetin mi var, amacın ne? Bunların hepsi yaşadığımız şeyler ama bugün için artık geçmişte olan biten… Yeni bir niyet, yeni bir yaklaşım, yeni bir teşebbüs bunu çözebilir. Yani şu an hukuki hiçbir engel mevcut değil. Kiliselerin bu ihtiyaçlarının gözetilmesi gerektiğine kani yani hatta basit bir şey söyleyeyim. En büyük tartışma ekümeniklik tartışması. Osmanlı mühründe, Osmanlı’nın patriğe verdiği mühürde o isim yer alır. Açık seçik bunun hani inkâr edebileceğim bir tarafı yok. O lafı kullanmanın ne tür siyasi sonuçlar doğuracağını tartışmanın bugün için emin olun bana mantıklı gelen bir tarafı yok. Çünkü netice itibariyle artık imparatorluk gündeminde değiliz. İmparatorluklar ortadan kalkmış durumdalar. Modern hukuk sistemlerinin ya da işte bir ulus-devlet yapısı içerisinde bunu çözebilecek mekanizmaları var.
Osmanlı'da dinî hürriyetler sınırlıdır. Bakın mesela siz bugün gidin Almanya'da camide dışarıda ezan okunmaz. Okutamazsınız yasaktır. Aynı şey Osmanlı'da da vardır. Osmanlı çan çaldırmaz. Yani kilisede çan çalamazsınız 1850’ye kadar. Tahta çalpara denen şeyler kullanırlar kiliseye davet etmek için. Osmanlı hâkimiyet sembollerini kullanır. İslam, Müslümanların hâkimiyetini gölgeleyecek sembollere izin vermez. Gösterişli ayinlere, yüksek yapılı evlere, işte ata binmeyi sınırlar, silah taşımayı yasaklar. Osmanlı sınırlı bir hürriyet tanımıştır. Açık söyleyeyim, herkese otonomi verdiğine dair rivayetlerin emin olun kimse ispatını yapamaz. Gerçek dışıdır. Sınırlı bir hürriyet vardır. İslam hukukunun temel prensipleridir. Hepsinin hukuki tasarruf ehliyeti tamdır. Yani Gayrimüslimlerin hukuki işlem yapmasının önünde hiçbir engel yoktur. Ama bazı noktalarda hukuktan kaynaklanan sınır vardır. Bunu devlet istikrarlı bir biçimde uygulamıştır. Kanûnî’nin Gayrimüslimler lehine vermek istediği şey, Şeyhülislam tarafından engellenmiştir. Mahkemelerde şahitlik yapma hakkı. Yani Kanûnîkapitülasyonlardan dolayı ticari faaliyetler gelişince, ihtilaflar da, hukuki ihtilaflar da çoğalınca, Kanûnî’nin niyeti Gayrimüslimlerin de mahkemedeki şahitliğinin kabulüyönündedir. Bunu yapamaz bakın. Padişah bunu yapamamıştır. Şeri hükmüdeğiştirmemiştir. Şeyhülislam nâ-meşru olan nesneye emr-i sultanî olmaz demiştir. Senin emrini tanımayız gibi bir yaklaşımla. O, İslam hukukunun geçerli olduğu bir dönem. Bugün böyle bir durum yok ki. Bakın Lozan hükümleri Anayasanın 91. maddesi hükmüyle paraleldir, yani Lozan'daki getirilmiş hükümlerin, Türkiye Cumhuriyeti'nin diğer kanunlarına aykırı olamayacağını Lozan söyler. Anayasanın 91. maddesi de aynı şeyi tekrar eder. Uluslararası anlaşmaların Anayasaya aykırılığını ileri süremezsiniz. Dolayısıyla bütün bunlar var. Mevcut yapıda çok kolay çözümü mümkün olan durumlardır fakat yıllarca sürüncemede bırakılmışdurumlardır. Birinin okul açma ihtiyacı ise hiç problem değildir. Bakın Osmanlı'nın son yüzyılında ülkede çok sayıda okul açılmıştır. Şimdi bütün literatüre bakın, hep bir ihanet söylemi içerir. Hiç kimse demez ki hakikaten bunların bir ihtiyacı var mıyok mu? Bir bakalım yani bu okul, eğitim ihtiyacının karşılığı olarak mı açıldı? Yani paranoya hâli var, bu paranoya sürekli devam ediyor. Bundan kurtulmadıkça burada çözüm üretmek için önce zihniyetin değişmesi lazım. Yani artık geçmişte yaşanmış birtakım olumsuz durumları hep gündemde tutmak suretiyle çözüm üretmenin emin olun imkânı yoktur. Herkesin iyi niyetiyle pozitif biçimde, temel haklar ölçeğinde, modern hukukun esaslarına uyarak elimizde bu işi çözebilecek mekanizmalar vardır. Yeter ki yani bu işletilebilsin…