ORHAN ERİNÇ’İ UĞURLARKEN…
Hüzünlü bir gündeyiz gerçekten. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti eski başkanı Orhan Erinç’i ebediyete uğurluyoruz. Türkiye için ve Türk medyası bakımından çok önemli bir kayıp. Ölüm sözün bittiği yer ama Orhan Erinç’e sessiz veda etmek mümkün mü? On yıllar boyunca dolu dolu gazetecilik yapmış, kendisini mesleğine adamış bir büyük kişilikten söz ediyoruz. İnsani erdemlerini ve mesleki hünerini birbiriyle çeliştirmemiş ve o sentezin yansıttığı ışıkla yolunu çizmiş bir meslek büyüğünün aziz hatırasının önündeyiz. Böyle anlar çoğu zaman yitirdiğimize son bir saygı vesilesi olarak akla gelir belki, ancak Orhan Erinç’in temsil ettiği kişilik, bu veda anını tereddütsüz bir yüzleşme, kendi kendine yüzleşme vesilesine dönüştürebilir.
Bu ülkede dört kuşaktır gazetecilik yapan bir ailenin temsilcisi olarak Orhan Erinç’e veda gününde neler neler gelmiyor ki aklıma. Aynı adı taşımaktan onur duyduğum dedemden naçizane öğrendim mesleğimi. Dedemin, vücudunun doğal bir parçasıymışçasına sürekli taşıdığı rozeti önceleri hiç anlamlandıramazdım. Yıllar geçip de yavaş yavaş ne mümkünse akıllanırken, Cağaloğlu Yokuşu’ndan yukarı çıktığım zaman, dedemin yakasındaki rozetin bayağı bir büyüğünün bir binanın üzerinde olduğu gözüme çarptı: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti. Belli ki burası dedemin sürekli kısaca Cemiyet dediği yerdi. Belli ki akşam üstleri evine ziyarete gittiğimde, bazen kapıdan içeri daha girmeden büyükannemin eliyle bana sessiz olmam gerektiğini işaret etmesine sebep olan yerdi:
-Yavaş ol, deden Nezih Demirkent’le konuşuyor.
-Kim ki o?
-Cemiyet’in başkanı.
Dedemin yüzünden aslında hiç de stresli bir konuşma ifadesi yansımazdı. Bilakis mutlu görünürdü. Zaten saygıyla korkunun arasındaki farkı kavrayabilecek yaşta da değildim. Zaman zarfında Cihat Baban ve Recep Bilginer gibi isimler de girdi devreye.
Yıllar geçti yine. O kişilikleri bizzat tanıdım ya da daha doğrusu gördüm. JAMANAK’ın düzenlediği etkinliklerde onur konuğuydular, Cemiyet’te gazetenin düzenlediği törenlerde hep vardılar, Temmuz aylarındaki yıllık resepsiyonlarda ev sahibiydiler. Dedem beni onlara gelecekteki genel yayın yönetmeni olarak takdim ediyordu. Bırakın bana biçilen rolün ne olduğunu kavramayı, onların bunu duyarak neden bu kadar sevindiğini de anlayamıyordum.
Yıllar yine geçti, çalışmaya başlamıştım ve yavaş yavaş her şey belirginleşmişti. Dedemin çok gençken, çalıştığı gazetenin kurucu patronu babası olmasına karşın, mürettiplerle birlikte iş bıraktığını öğrendim. Gülerek anlatırdı ve o tebessümün içerisinden meslek örgütünün ne denli önemli bir şey olduğunu canlandırabiliyordum. Cemiyet de Türkiye’nin en büyük meslek örgütlerindendi. Üstelik dedem gibi, annem ve babam da üye idi. Belki bir gün ben de, diye düşünürken bile kendi kendime utandığımı anımsıyorum.
Canlanıyor hafızam. 1996’nın sonunda dedem öldü. Cenazeden önce Cemiyet’te tören yapılacaktı. O zamanki başkan Nail Güreli veda konuşması yaptı. Babamın yanı sıra benim de elimi sıkıp, taziyelerini bildirdi. Adam sırasına mı girmiştim?
Basın kartımı alınca Cemiyet’e üyelik başvurusunda bulunmanın, artık kendi kendime utanmamı gerektirecek bir cüretkarlık olmadığına karar verdim. Gerekli işlemleri yaptım. Mekteb-i Sultani’den büyüğüm olan Cem Çapanoğlu Ağabey sürecin sonunda bana rozet takma törenine katılmam gerektiğini bildirdi. Heyecanlıydım tabii. Cemiyet başkanı Orhan Erinç o akşam yeni üyeleri sırayla takdim ederken, rozetlerini takmak için de kıdemli üyeleri çağırıyordu. Bana sıra bir türlü gelmiyordu ne hikmetse. Belki de bir yanlışlık vardı ve adım hiç okunmayacaktı. Zaten yapabileceğim bir şey de yoktu. Derken Orhan Erinç’in bir sonraki yeni üyeyi takdimine geldi sıra.
-Son çağıracağımız üyenin rozetini ben takacağım, çünkü kendisi üçüncü kuşak üyemiz oluyor: Ara Koçunyan…
O sesi ve Orhan Erinç’in sergilediği o inceliği asla unutamam. Seleflerine dedesi tarafından takdim edilen o çocuğun karşısında olduğunu anlamıştı adeta. Ceketimin yakasına, mesleğimi öğrendiğim dedemin vücudunun doğal bir parçasıymış gibi taşıdığı rozeti geçirmişti. Orhan Erinç'in elleri sanki ceketimin yakasına değil de, hafızamın ve benliğimin derinliklerine uzanmıştı. Bu dedemden bağımsız Cemiyet'in başkanıyla ilk temasıydı...
JAMANAK’ın 100. kuruluş yılı kutlanırken de, gazeteye TGC’nin Nezih Demirkent Özel Ödülü’nün verilmesi için yönetsel irade sergilediğini anımsıyorum. Onu da kendi elinden almış olmak gerçekten büyük bir onurdu.
İnsan yaşamındaki anıları çoğu zaman nostalji bâbından anımsıyor ama bazı durumlar tabii ki farklı. Orhan Erinç gibi bir meslek büyüğüyle temas etmiş olmanın taşıdığı değer, o tanışıklığın insana katmış olduğu boyut zaman zarfında katlanarak anlamlanıyor.
Demokrasinin, basın ve ifade özgürlüğünün, toplumun çok yönlü bilgilenebilme özgürlüğünün hayli büyük mücadelelerle temin edildiği coğrafyamızda, Orhan Erinç Türk basınının bir ulu çınarı olarak; ilkelerle sorumlulukların, soğukkanlılıkla kararlılığın, toplumsal çıkarlarla kişisel özgürlüklerin kesiştiği, şiddetin reddedildiği, fikri zeminden asla kayılmayan noktada bize veda ediyor.
Kendisini daima saygıyla anacağız, mekanı cennet olsun. Kederli ailesine, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu’na, tüm meslektaş ve sevenlerine başsağlığı dileriz.
ARA KOÇUNYAN